Bir oyun için “Arzu Tramvayı uyarlaması” dendiğinde aklınıza nasıl bir şey gelir bilmiyorum ama o her ne ise bir kenara bırakın öncelikle. Zira sözünü edeceğim oyun, Tennessee Williams’ın 1947 tarihli başyapıtından esinlenerek parlak bir fikrin izinden gidiyor ve yepyeni bir eser koyuyor ortaya. Tiyatromuzun yaratıcı yönetmeni ve oyuncusu Engin Alkan, yazıp yönettiği “Ölümün Tersi Arzudur”da, “Arzu Tramvayı”nın temel dinamiklerini; insanın zalimliğini, merhametsizliğini, ikiyüzlülüğünü alıyor, günümüz Berlin’inde bir göçmen evine taşıyor.
İstanbul’dan Berlin’e tiyatro okumaya gelmiş Oya, Süryani kocası Gabriyel ve Almancı arkadaşları Ali, hem bu aslında hiçbirine bayılmayan şehirde tutunmaya hem de olanaksızlıklar içinde tiyatro yapmaya çalışıyorlar. “İktidar ve otorite” ile dertlerini dile getirmek üzere üç kişilik ‘alternatif’ bir “Macbeth” sahnelemekteler. Prova mekânları ise aynı zamanda Oya ile Gabriyel’in küçücük evi.
Bir prova arasında bu evin ortasına İstanbul’dan gelen bir bomba düşüyor: Oya’nın memlekette bütün yaşama olanaklarını tüketmiş, maddi manevi dibe vurmuş, son çare olarak varını yoğunu (“her zaman en büyük tutkusu olan şık kıyafetlerini”, tekdüze hayata bir parça ışık katan parlak şallarını, renkli ceketlerini) eski bir valize sığdırıp kız kardeşinin yanına sığınan abisi Deniz. Yani “Bu hoyrat karanlığın içinde fark edilmek için parıldamak, ışıklar saçmak zorunda” olan meşhur Blanche Dubois.
Kendileri bu ısrarla yabancı oldukları ülkede itelenmekten muzdarip üç kişi, o daracık evdeki ‘iktidarları’nın verdiği yetkiye dayanarak aralarına katılan bu ‘en öteki’ye karşı en ikiyüzlü, en zalim yüzlerini takınmaktan çekinmiyorlar. Gabriyel açıktan açığa zorbalık ederek, şiddet gördüğü evliliği sürdüren Oya kocasının zalimliğine dur demeyerek, aralarında en masum görünen Ali ise yargısız infazlarla, söz hakkı vermeyerek. Son yaşam umudu üç taraftan paramparça edilirken Deniz hala kuyruğu dik tutmaya, kendisine de anlattığı masala tutunmaya çalışıyor.
Kadıköy Emek Tiyatrosu yapımı “Ölümün Tersi Arzudur”, iki saatten fazla seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başaran, cesur ve çarpıcı bir oyun. Engin Alkan benim hem yönettiği oyunları heyecanla takip ettiğim hem sahnede izlemekten müthiş keyif aldığım bir oyuncu. Bu kez de felaketini, umutsuzluğunu, tükenmişliğini bir ışıltı ve kahkaha perdesinin altına süpüren, “hayal kırıklıklarından söz etmeyecek kadar kibirli” Deniz’de unutulmaz bir performans sergiliyor. Karşısında Ali olarak Sinan Çatıkkaş var, Craft’ın “Kalp” oyununda da şahaneydi, burada da abartısız, incelikli bir oyunculukla seyirciyi avucuna alıyor. Oya’da ışıltılı oyuncu Pınar Yıldırım, Gabriyel’de bu ilkel, kaba saba adamı üzerine eldiven gibi giyen Murat Göçmez başarılı dörtlünün diğer iki ayağı.
Yalnız ben oyunu Alan Kadıköy’de izledim ve bazı yerlerde (oyuncular bağırıp çağırmadan oynadığı için) sözleri duymak imkânsızdı. Anladığım kadarıyla salonun böyle bir sorunu var. Ayrıca akıcı diyaloglara sahip nefis bir uyarlama olan oyunun fazla uzayan “Macbeth” kısımlarının beni akıştan kopardığını, karakterlerin ırkçılık, göçmenlik, faşizm gibi konulardaki ‘sohbetlerinin’ de didaktik geldiğini söylemeliyim. Sözünü zaten net ve çarpıcı şekilde söylüyor metin, bu kadar “mesaj veriyorum” tadı veren tekrarlara gerek var mı?
GÜNDEM
06 Ekim 2024SPOR
06 Ekim 2024GÜNDEM
06 Ekim 2024SPOR
06 Ekim 2024SPOR
06 Ekim 2024GÜNDEM
06 Ekim 2024GÜNDEM
06 Ekim 2024